Ana içeriğe atla

Kırşehir Eğitim Fakültesi

Nefesimizi kesen soğuk kış aylarında öğrenciler Kırşehir'in puslu havasından hep şikayetçiydi o yıllarda. Sanki kazanlarında kömür yanan eski Ankara gibiydi. Her akşam orta çağ karanlığı sessiz ve kimsesiz sokaklarda bu dumanı çekerdik içimize. Çoğu zaman yemek için açık bir yer arardık gecenin geç saatinde. Çünkü vazgeçilmez Orta Anadolu oyunu "yüz bir" çok geç saatlerde biterdi. Evcimen Kırşehir halkı o saatte dışarıda bir şey yemezdi. Çıkanlar ancak öğrenci olabilirdi. Öğrenciler için ise geç saatlere kadar dükkan açmaya değmezdi. Bu öğrenci milleti hem az para bırakır hem de bir tas mercimekle koca bir ekmeği yerlerdi. Sanki doğalgazdan sonra değişti o gecelerin karanlık havası. Büyük şehirlerden gelen ve her şeye tepeden bakan öğrenciler ile kombilerle yeni tanışacak olan ev sahipleri arasında kiradan düşmece oyunları başlamıştı. En nihayetinde orta yollar bulundu ve rahata erindi. Evini üç kat fazlasına kiraya vermiş ev sahibi uzun yıllardır böyle bir masraf yapmamıştı. Uzun bir süre de yapmaya niyeti yoktu. 
Öğrenciliğim tam bu yıllara denk geldi Kırşehir'de. Babamın zoruyla son saniyede formun en altına ekledim. Gelenlerin hiç birininde benim gibi buraya isteyerek gelmediğini anladım sonradan. Hiçbir zaman tam anlamıyla memnun kalmadık. Çünkü bizler aslında Boğaziçi ya da ODTÜ'nün son saniyede kapısından dönmüş ve yıllarımızı buralara girmek için lise kütüphanelerinde dirsek çürütmüş idealist öğrencilerdik. Öğretmenlik mi? O da neydi? İhtimal dahilinde bile değildi. Ancak her şey bitmemişti. Bunun yatay, dikey ve z ekseni boyunca geçişleri ve daha birçok alternatifleri vardı. En kötü ihtimalle acilen çift ana dal ve beraberinde yüksek lisans ile birlikte sonraki doktora da düşünülmeliydi. En kötü senaryoda Ankara'da ve hatta Avrupa'da herhangi bir yerde araştırma görevlisi kadrolarına başvuru yapılmalıydı. Avrupa diyorum çünkü ben lisede hazırlık okumuştum. Haftada bilmem kaç saat üzerinde Oxford yazan Ankara Olgunlar'dan aldığım havalı kuşe kağıttan fotokopi çekilmiş İngilizce kitaplarım vardı. Fotokopiydi çünkü çok pahalı kitaplardı. Ders hocası biraz burun kıvırdı ama yapacak bir şey yoktu. Babam tek maaşlı bir öğretmendi. Ben bu kitapların, milli eğitimin verdiği içi boş ve asla İngilizce öğretmeyen kitaplara benzemediğini biliyordum. Hem daha pahalı hem de içindeki resimlerde parlak kağıt ıslak Londra sokaklarından resimlerle bezenmiş güzel sayfaları vardı. Sınıftaki hemcinslerine hiç benzemeyen sarışın kızlar ile siyahi çocukların diyalogları vardı. Hatta zaman zaman araya bir Çinli ve yerel kıyafetli bir Arapta girerdi. Bununla da kalmıyordu bir de içinden listening kasetleri çıkıyordu. Artık İngilizce öğrenmemek mümkün değildi. Bende öğrenmiş olmalıydım ve bundan en ufak bir şüphem yoktu. Birde okumak için hikaye kitapları almıştık. Bunlar öyle düz liseden veya meslek lisesinden gelen Kırşehir'deki arkadaşlarımın okuduğu cinsten de değildi. Üstünde Oxford University Press yazıyordu işte yahu daha ne diyeyim. 
Sınıfçıların-biz onlara sınıfçı derdik, sınıf öğretmenliği yani- bulunduğu binanın hemen altındaki internet kafede hemen araştırmalara başlanmalı ve Anadolu Lisesinde okumuş ancak hiç öğrenemediğim ama bildiğimi zannettiğim İngilizcem ile okulu bitirdiğimde hangi yüksek lisans programlarına veya burslara başvurabilirim diye araştırırken Fullbright yada Monnet arasında gidip geliyordum. Seçmekte de zorlanıyordum, ne kadar çok seçenek vardı önümde. Bunları sınıf arkadaşlarım bilmezdi tabi. Soran da yoktu araştıran da. Dedim ya benden başka uğraşan yoktu bu işlerle, olamazdı benden başka herkes öğretmen olacaktı. Vizelere çok az kalmıştı. Buradan nasıl kurtulabilirim acaba. Okulda öğrencilerin yararlanabileceği bilgisayarlar yoktu. Sadece küçük bir internet cafemiz vardı ve bilgisayar masa üstünde sayısız oyunlar. Böyle bir üniversitenin internet cafesinden de başka bir şey beklenemezdi zaten. Yoğun ısrarlara dayanamazdım. Ben aslında lisede de fena değildim "counter strike" da ama bilmem ki... Çok paramda yoktu. Neyse oynayalım bakalım derdim. Arkada açılmış onlarca sekmeden çıkar ve bir ara bakarım derdim. Ah bu "bir ara"lar, "sonra" lar ve daha niceleri ve internet cafenin sorumlusu son sınıf öğrencisi Turgut. Tüm sorumlu sizsiniz aslında. Bütün zamanımı çalan beni kandıran sizler değil misiniz. İlk vizeler geldi çattı. Çalışalım bakalım, bir şey olacağı yok. Yine bildiğimi sandığım, bilmediğim ve hiç bilmeyeceğim, neden diye de çook sonra tekrar tekrar soracağım... 

Yeni bir eve çıktık o sırada. Artık Kırşehir'deyim. Alışsam iyi olacak. Çalışmaya da başlamak lazım. KPSS'den bahsediyorlar. herkesin dilinde. Hala konduramıyorum ama aklımın bir köşesine de yazdım tabi. Olur ya Boğaziçi beni çağırmazsa KPSS çalışmak zorunda da kalabilirim. Nitekim çağırmadılar da...
Ben tek değilim. Çoğu arkadaşım da benim gibi. Bu daha da moralimi bozdu. Neden her şeyi bildiğini zanneden tek ben değilim. Hani farklı olan bir tek bendim. Sadece ben öğretmen olmayı istememeliydim, onlar değil. Benim babam öğretmen ama ben farklıyım. Onun izinden gidecek kadar düşmedik. Bırakın da çocukta babasını biraz geçsin canım. Baban  öğretmense sende en azından İstanbul'da bir beyaz yaka ol. 
Aylar geçti. Ne ben ne de arkadaşlarım işin ciddiyetindeyiz. Buna gençlik mi demeli neresinden tutmalı. Alttan ders bile alıyorum artık. Hazırlık okumayan düz lise ve meslek lisesinden gelenlerin bile ortalamaları benden daha iyi. Bu işte bir tuhaflık var. Benimle oyun mu oynuyor bu okul anlamadım. Dışarıdan pek de zor görünmüyordu aslında ama ne bileyim. Çalışmayınca da olmuyor. Ha şunu bileydin. Çalışmayınca olmuyor. Bunun sende bil genç arkadaşım. 
Aramızda dershaneye gidenler var. Artık küçümsemiyorum hiç bir şeyi. KPSS için dershaneye gitmem ama gidenlere de artık bir şey demiyorum. Biliyorum ki desem yine aptal durumuna düşeceğim. Atanamayacağım. Nitekim gitmedim ve atanamadım. 
Bir mezunken hayatımda ilk defa bir şey için çok çaba sarf ettiğimi anladım. Gece gündüz çalıştım ve atandım. Çok mutluyum. Emek sonunda bir şey getirmese bile mutluluk yaratır. 
Bu iş burada bitemez. Yıllar sonra tekrar çok düşündüm okulumu. Tüm sorumlu ben miyim acaba diye. Başarısız bir üniversite öğrencisiydim ama başka kimsenin suçu yok muydu canım. O yıllarda üniversite Gazi'den ayrılmaya çalışıyor kendi başına bir üniversite oluyordu. Bir logo yarışması yapıldığı gün biz işin ciddiyetini anladık. Hatta ben bile katılmıştım ev arkadaşımla yarışmaya. Bir A4 kağıdına çiziktirip vermiştim okula. Bir işim de özenli olsa şaşarım zaten. Sanırım Ahi Evran mezunu olacaktık. Sonradan söylediler bize siz Gazi mezunusunuz diye. Diplomamı da öyle aldım. 

Yönetici hocalarımızdan biri çektiğim bazı kısa filmlerden etkilenmiş olacak ki bana, sen sanatçı ruhlu bir adamsın okulun birkaç resmini çeker misin bir de tanıtım filmi hazırlamamız lazım dedi. Para yok tabi ama benim için bir zevk. İzin alıp okulun farklı yerlerinden fotoğraflar çektim. O dönemde yaz tatilinde bin bir zorlukla çalışmaya gittiğim Londra'dan -yerler gerçekten hep ıslak ama sarışınlar hazırlık kitabındaki gibi cana yakın değil-  aldığım güzel bir makinem vardı. İşe kütüphaneden başladım ve dört sene boyunca oraya neredeyse hiç girmediğimi fark ettim. Küçük bir kütüphaneydi ve çok zengin gözükmüyordu. Raflar son derece tozlu ve okumaya hiç de müsait olmayan yüksek, metal masalar vardı. Can alıcı hikaye de tam burada başladı.  
Neden bu kütüphanede hiç kimse yok. Biz ne yapmaktayız. Burası lise değil. Neden harıl harıl kitap okumuyoruz. Bir hengame var ama daha çok dershane, KPSS, vize final vb. Boşa geçen zamanlar bir daha geri gelmeyecek ama arınmış dinlenmiş ve daha derin düşünen bir kafa ile yeniden sormak istiyorum tüm bu soruları kendime. Gerçek manada yeniden sorgulanmalı diye düşünüyorum. Meslekte on iki yılı devirdim. Şimdi bir çok şeyi daha net görebiliyorum. Bu netlik, berraklık yaştan mıdır bilmem. Her insanın gençlik yılları çoğu zaman boş uğraşlarla geçer. Bu topraklarda bu daha da fazladır. Aylaklık üzerine kurulu geniş bir edebi yazınımız bile vardır. Çok işlenmiş ve çok düşünülmüş bir konudur şüphesiz. Yaşı kemale ermiş büyükler her masalda ve hikayemizde gençlere ve çocuklara hayatın sırlarını, tecrübelerini anlatırlar ama gençlerin ayakları bir türlü yere basmaz. Ne zamanki herkes büyür ve bir dede olur, o zaman o da aynı şeyleri anlatmaya başlar. Bizimkisi de o hesap işte. Atasözleri sadece birer atasözüdür. Coğrafya kadar değil de nedir. Bu coğrafyada söz para etmez. İşte bizim üniversite yıllarımızda çok boştu diye düşünüyorum. 
Bir üniversite okumak, hayata hazırlanmak, entelektüel olarak dolmak, pişmek ve üretmek demektir bence. Nasıl oldu da boşa geçirdik o kadar zamanı diyerek çok hayıflandım. Aslında bir yılda okunabilecek -içerik olarak kesinlikle mümkün- ve geri kalan zamanda da dünyaları öğrenebileceğimiz zamanda nasıl oldu da bir şey alamadık. 
Okulda öyle bir iklime doğmuştuk ki ister istemez buna kapılıyordunuz. Bundan kaçış yoktu. Bu ikliminin değişmesi her şeye bağlıdır. Sadece tek bir odak noktası yoktur. Okul yemekhanesinden tutun, hocaların kalitesine öğrenci profilinden tutun idarenin tutumuna kadar, hatta çoğu zaman okul binası da buna dahildir. Bir üniversite de her köşe başı size bir ilham vermelidir. Duvardaki resim, bahçede hocanız ile bir sohbet vs.  Üniversitenizde Dünyayı gezmiş, görmüş ve okumuş, ince zevklerle bezenmiş ve size verecek binlerce şeyi olan bir öğretim üyesinden daha iyi ne olabilir ki. Zaten üniversite bundan başka nedir ki? 
Babam ve amcalarım hatta köyümüzde ki okumuş bir çok kişi Kırşehir mezunudur. Sanırım şu an kullanılmayan bu bina yeni yerine taşındı. Eski binadan herkes kurtuldu. Varsa eğer gelenekler, hatıralar, kültür bir anda çöpe atıldı. Halbuki gelenek ne kadar özeldir. Neden Kırşehir koca bir üniversite yerine köklerinden kopmadan kendini giderek geliştiren dünyanın en iyi eğitim fakültelerinden biri olmasın dı? Yüzyıllardır aynı binayı kullananan Harvard, Yale, Oxford neden yeni binalara taşınmıyorlar? Çünkü gelenek her şeydir. Kültür bunun üzerine kurulur. Eğitimin olmazsa olmazıdır. Bu nedenle de tüm bu yokluklar içinde Kırşehir bir öğrenci için sadece nostaljik bir anı olmaktadır. Ben orada okuduğumdan dolayı söylüyorum ama anlattığım meseleler bizim genel yüksek öğretim problemlerimiz. Bu satırları okuyan herkesin bizde de durum çok farklı değildi diyeceğini düşünüyorum. Hatta problemlerimiz tarihten gelen kırılmaz, evrilmez alışkanlıkları da içermektedir.
Mustafa İnan'dan Cahit Arf'a kadar bu ülkede modern üniversitelerin kuruluşuna tanıklık eden büyük insanlarda o zamanlarda benzer problemlerden bahsediyorlar. Onları okudukça üniversitemden ne kadar çok şey beklediğimi fark ettim. Yine de beklenti bizi geliştirir. Bu dünya da iyi eğitim, herkesin olduğu kadar bizim de hakkımız. Bizler en iyi, en güzel eğitimi hak ediyoruz. Ancak iş yine de bireysel olarak ne talep ettiğimize ve kendimize neler kattığımızla alakalı. Bu konudaki ihmalkarlığımızı en baştan kabul etmem gerekir.  
Tüm bunların yanında öğretmenlik daha da farklı bir yerde duruyor. Öğretmelik çok değerli bir meslek. Bunu her fırsatta hatırlatmak ve öğretmen eğitimine çok önem vermek gerekir. Yetişmiş bir öğretmen gittiği her yerde yaratıcılığı ile can suyu vermelidir. Bunu köyü kalkındıran romantik öğretmen modeli olsun diye değil, bu görüşün hala geçerliliğini koruyan daha güncel ve yapılabilir bir fikir olduğunu düşünüyorum. Öğretmen adaylarına üniversitelerde bunu hissettirmek gerekir. Daha kayıt günü kapıdan girdiklerinde irkilmeleri, kendisini bekleyen gerçek manada zorlu ve dopdolu bir sürecin olduğunu anlamaları gerekir. Hatta bu işin altından kalkıp kalkamayacağını bir an düşünmeli ve belki de vazgeçmelidir. Öylesine açık ve berrak zihinli olmalıdır ki. Tüm dünyayı okumalı, gereksiz mevzulardan uzaklaşmalı, gündelik popüler konulardan arınmalıdır. Burası sadece bir öğretmen okulu olmalıdır. Çalışmadığın zaman geri düştüğün, sadece öğretmen olmayı istemenin yeterli olmadığı tam tersine bunu sonuna hak ettiğin bir yer olmalıdır. Mükemmel çimlerde uzanmanın lüks olduğu ve ertesi günki zorlu sınavın endişesini taşıdığın dünya çapında bir okul olmalıdır. Öğrenciler bir şeyleri değiştirebilme güçlerinin olduğunu bilmeleri gerekir. Bu özgüvenle yetişmelidir. Doğadan teknolojiye, astronomiden edebiyata kadar her alanda bilgi sahibi ve güncel bireyler yetişmelidir. Dil bilen ve üretken bireyler ancak öğretmen olmayı hak etmelidir. Ancak bunların neresindeyiz, çok mu uzağız, ne zaman ulaşırız bilmiyorum genç arkadaşım. Bizden öncekiler de bilmiyordu. Onlar da hep sordular bu soruyu. Sonra Bedri Rahmi gibi "Otobüsü kaçırmış bir milletin çocuklarıyız" dedik. Vazgeçmedik illaki ancak dört elle de sarılmadık.  
Hatırladığım onca güzel anım yanında içimde kalan bu mevzuları da anlatmasam olmazdı. Bu satırlar ağzına kadar özlem ve pişmanlıklarla doludur. Bunda ne senin ne de bir başkasının suçu var. Fırsat buldukça hala ziyaret ediyorum. Geçmişe gidip hüzünleniyorum. Arkadaşlarımı, ıssız sokakları, eşimle tanıştığım günü, babamı, amcalarımı daha nicelerini düşünüyorum. Ancak hepsi bu kadar sevgili okulum. Bilirsin bizde eskiyen her şey yıkılır. Olur da yıkılmazsan sağlıcakla kal...    







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kitap Yazmak Kolay mı?

Bir kitap yazmaya karar vermek, sadece bir fikir üretmek ya da boş bir sayfayı doldurmaya çalışmak değildir. Bu karar, insanın kendi zihninde ve ruhunda derin bir dönüşüm sürecini başlatması demektir. Çünkü yazmak, yalnızca kelimelerin bir araya getirilmesi değil; düşüncelerin düzenlenmesi, duyguların ifade edilmesi, bilinçli bir farkındalıkla dünyaya yeniden bakmayı öğrenmektir. Bu süreç, insanı önce düşündürür, sonra sorgulatır ve zamanla olgunlaştırır. Yazmaya başlayan kişi yavaş yavaş yalnızca bir okuyucu olmaktan çıkar; dünyayı gözlemleyen, sorgulayan ve yeniden inşa etmeye çalışan biri hâline gelir. Çoğu kişi yazmayı yalnızca hayal gücü yle ilişkilendirir. Oysa yazmak, hayal gücü kadar disiplin , kararlılık ve içsel bir emek gerektirir. Bir masa başına oturup saatlerce düşünebilmek, doğru kelimeyi bulana kadar defalarca cümle kurup bozabilmek, kimi zaman bir paragraf için saatler harcamak bu işin görünmeyen ama en gerçek kısmıdır. Bu nedenle yazarlık, sadece yetenek işi değil; ...

Öğrencime Mektup

      Merhaba Ömer Bir süredir meşgul olduğum, bütün yoğun işlerimin yanında, sanki hiç işim yokmuş gibi kendime yeniden iş çıkarıp   büyük dedelerden başlayan bir aile tarihi   yazmaya giriştim. Onlarca röportaj yaptım, onlarca sayfa notlar aldım, onlarca saatlik ses kayıtları topladım, yüzlerce resim derledim. Akrabalarla konuştukça merakım daha da arttı. Hiç üşenmeden İstanbul, Ankara, İzmir ve Kırşehir’deki akrabaları teker teker ziyaret ettim. Genelde benzer olayları herkes farklı açılardan değerlendiriyor, kendi bakış açısını anlatıyordu. Yüzlerce yıl, insanlık tarihi kadar eski olan sözlü anlatım geleneğiyle hikâyeler günümüze kadar geldiği kadarıyla benim el yazımla kâğıda dökülüyordu. Aralarında eli kalem tutan öğretmenler, doktorlar, hatta savcılar bile olmasına rağmen, daha önce kimse bu konuları merak etmemişti. Sarıkamış’ta şehit olan üç dedemizle ilgili en ufak bir detay bile yoktu. Anlatılanlar çok yüzeyseldi ve bir o kadar da merak uyandırmaktan ...

Erasmus Plus projesi nasıl yazılmalı.

Değerli öğretmen arkadaşlar, Özellikle öğretmenlere seslenmemin önemli bir sebebi var çünkü AB projeleri özellikle bizlere önemli mesleki avantajlar sunuyor ve kendimizi geliştirmenin önemli ayaklarından bir tanesi. Hani hep şikayet ettiğimiz standart konular vardır ya, özel okullardaki imkanlar olsa daha etkili çalışabiliriz. Mesleki tatminim yok, biraz daha esnek çalışabilsek sadece test çözmesek her şey ne kadar güzel olacak, sistem değişiyor kimse bize sormuyor vs. Alın size mükemmel bir fırsat. Hem de öyle böyle değil. Tabi oturup çalışmak şartı ile… Bu yazımızda sizlere Erasmus Plus ile ilgili detayları yazmak istemiyorum. İnternette ve facebook grupları içerisinde yeterince ve hatta fazlası bile var. Vurgulamak istediğim asıl önemli nokta, birçok alanda olduğu gibi bu alanda da plansız ve iç disiplin olmadan çalışmak. Eğer mesleğe ilk atandığım yıl ,ki bu on yıl önceydi, birisi bana nasıl proje yazılması gerektiği ile ilgili soru sorsaydı, sadece klavuzdaki kriterler...