Merhaba Ömer
Bir süredir meşgul olduğum, bütün yoğun işlerimin yanında, sanki hiç işim yokmuş gibi kendime yeniden iş çıkarıp büyük dedelerden başlayan bir aile tarihi yazmaya giriştim. Onlarca röportaj yaptım, onlarca sayfa notlar aldım, onlarca saatlik ses kayıtları topladım, yüzlerce resim derledim. Akrabalarla konuştukça merakım daha da arttı. Hiç üşenmeden İstanbul, Ankara, İzmir ve Kırşehir’deki akrabaları teker teker ziyaret ettim. Genelde benzer olayları herkes farklı açılardan değerlendiriyor, kendi bakış açısını anlatıyordu. Yüzlerce yıl, insanlık tarihi kadar eski olan sözlü anlatım geleneğiyle hikâyeler günümüze kadar geldiği kadarıyla benim el yazımla kâğıda dökülüyordu. Aralarında eli kalem tutan öğretmenler, doktorlar, hatta savcılar bile olmasına rağmen, daha önce kimse bu konuları merak etmemişti. Sarıkamış’ta şehit olan üç dedemizle ilgili en ufak bir detay bile yoktu. Anlatılanlar çok yüzeyseldi ve bir o kadar da merak uyandırmaktan uzaktı. Ne 1. Dünya Savaşı filmlerindeki gibi yazılmış bir asker mektubu ne bir günlük ne de bir belge vardı. Tüm bunlar zaten var olup sonradan ilgisizlikten kaybolan şeyler değildi; çünkü zaten hiç yazılmamıştı. Bu insanların hiçbiri okuma yazma bile bilmiyordu. Zira onlar Anadolu’nun hep en fakir, en ihmal edilmiş insanlarıydı. Hayattaki tek dertleri, o yıl tarlaya yağmurun yağmayacağıydı. Tıpkı onların babaları ve dedelerinde olduğu gibi… Bu kısır döngü ne zaman biter diye hep düşünmüşümdür. Bu şekilde kaç nesil devam eder?
Kaç nesil süreceğine torunlar karar verir. Bu devamlılık artık görece daha rahat şartlarda yaşayan torunların bir şeyleri değiştirmesiyle gerçekleşebilir. Ancak bu, sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu nedenle büyükler “armut dibine düşer” sözünü boşuna söylememişlerdir. Bizim belki de yapabileceğimiz en iyi şey, biraz daha uzağa düşebilmektir. Hayatta kendini değiştirebilmek kadar zor bir şey yoktur. Değiştim dediğiniz anda bile geçmişin genetik kodlarının hâlâ bizi paçalarımızdan çektiğini fark ederiz. Bu durumu fark etmek üzücüdür; ancak ne kadar erken başlarsak o kadar iyidir. Çünkü şimdi fark ettiğimiz bu gerçekler, en iyi ihtimalle bizden sonraki üçüncü kuşağın sınıf atlamasına neden olabilir. Ne zaman ki torunlar, dedelerinin yazdığı günlükleri okumaya başlar, birinci elden onların düşüncelerine tanık olur; işte ancak o zaman gerçek bir yazar ve düşünür olabilirler.
Yazmak ve düşünmek çok zordur ve bence sınıfsaldır. Geleneklere gerektiğinde “dur” diyebilmek, hazzı ve doyumu ertelemek, irade sahibi olmak, disiplinli bir hayat sürebilmek, kabul etmek istemesek de belli bir zümreye ait alışkanlıklardır. Hayatım boyunca bunu kırmak için uğraştım. Ya da öyle hissettim. Hayattaki birçok önemli şeyi kırk yaşımda fark ettim. Peki bunu yirmi yaşında fark edenlerin çocuklarıyla benim çocuklarım nasıl aynı şeyleri düşünebilir? Onlarla nasıl aynı ortamlarda bulunup aynı tartışmaları yaşayabilir? Tüm bunları çok düşünüyor ve çok kafa yoruyorum. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ve hayattaki en önemli şeyin üretmek olduğuna inanıyorum. Ufak bir fayda, farklı bir bakış açısı, belki de cesaret verici bir söz... Bütün bunları hayatlarımızdan çıkardığımızda geriye bir bitkiden başka bir şey kalmaz diye düşünüyorum.
Tüm bunları söylerken, gelecekte bizleri nelerin beklediğini geçmiş deneyimlere bakarak yazıyorum. Her nesil bir sonrakini geçmiş, daha mı iyi olmuştur bilemiyorum. Ama şöyle bir gerçek var ki; iyi bir eğitim ve sağlıklı bir zihinle, geleceğin kaçınılmaz olarak daha iyi olacağına inanıyorum. Umarım bu konuda yanılmam.
Benim neslim belki de görece son yokluk dönemini yaşamış nesil olabilir. Doksanlı yıllar, her ne kadar çok güzelleme yapsak da aslında yokluk yıllarıydı. Bu nedenle bizler, gençlerimize ve çocuklarımıza yeni bir dünyanın kapılarını bizim geçmişte sahip olmadığımız şekilde son derece bilinçsizce açıyoruz. Çocuklarımıza aldığımız çoğu oyuncağı, çocukken oynayamadığımız oyuncaklardan seçiyoruz. Oynadıkları oyunları bile kendi çocukluğumuzda göremediğimiz oyunlardan seçiyoruz. Çocukken yalnızca TRT 1’de haftada yalnızca bir kez, pazar sabahının köründe izleyebildiğimiz çizgi filmlerden dolayı, onlara sınırsız içerik sunan platformlara üyelikler satın alıyor, önlerine tablet ve telefonlar koyuyoruz. Her hafta sonu çocuklarımızı kurs kapılarında bekliyoruz. Çünkü geçmiş yokluklar amigdalamızı var gücüyle çalıştırdı. Serpme kahvaltılara, yeni çıkan arabalara, görgüsüzce yapılan tatillere, zevksiz evlere, ruhsuz şehirlere ve kalitesiz dönerlere var gücümüzle saldırdık. Kısacası yine kendi sınıfımızın içinde kaldık. Herkes kendi içinde yukarı tırmandığını zannederken, yaşıtlarım dedelerinden bile daha alt bir kültürün içinde var olduklarını ve oradan çıkamadıklarını fark etmediler. Çünkü çevreleri, coğrafyaları onların doğal olarak kaderi oldu. Ben bunu geç de olsa en azından fark ettiğimi düşünüyorum.
Senin yazdıklarından, bunu çok genç bir yaşta fark ettiğini hissediyorum. Senin gibi gençlerin olduğunu bilmek gerçekten harika. Bir öğretmen öngörüsüyle bunu rahatlıkla görebiliyorum. Her genç insanın yaşayabileceği türden çıkmazları yaşayabilirsin. Ben de senin yaşlarındayken bazen delirecek gibi olurdum. Ama tüm bunlar bir arayış çabasının doğal sonuçlarıdır. Öğrenmeyi ve kendini geliştirmeyi asla bırakmadan, yoluna emin adımlarla devam etmeni dilerim.
Yukarıda hikâyemin kısa bir özetini yazmaya çalıştım. Tüm bu anlattıklarıma dayanarak beni gözünde çok büyütmeni istemem. Bizler genlerimizin mahkûmlarıyız; her insan biraz böyledir. Ancak elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Eleştirilerinin her bir satırı tek kelimeyle mükemmel. Yaptığım revizyonlar haricinde, benim de fark etmediğim bazı detaylar vardı. Bunların tamamını not aldım, hepsini dikkate alacağımdan emin olabilirsin. Bu konuda ne kadar memnun olduğumu kelimelerle ifade edemem. Gelecekteki başka eserlerimde de devamını merakla bekliyor, sevgilerimi sunuyorum.
Raşit EMRE
6 EKİM 2025

Yorumlar
Yorum Gönder