Yaklaşık üç yıldır büyük bir
hevesle beklediğimiz okulumuza nihayet taşındık. Benim çok heveslendiğim
söylenemez ama insan yine de yeni bir binaya geçmeden önce umut doluyor motivasyonunu
yenileniyor açıkçası. Yeni yapılan okul inşaatlarında şöyle bir durum söz konusudur.
Tek bir plan vardır ve Türkiye’nin her yerine aynı planda okul yapılır.
Doğusundan batısına kuzeyinden güneyine… Bundan daha önceki projelerde de durum
tamamen aynı. Bu durum yeni bir uygulama değil. Yani Iğdır’da çalıştığım okul
ile Kocaeli’nde atandığım okuldaki plan tamamen aynıydı. Geldiğimde çok fazla
yabancılık çekmedim yani. Eğer özel bir kurum bir okul bağışında bulunmuşsa
kendi tasarımını yapar ve gerçekten olması gereken bir bina tasarımına sahip
olursunuz. Bizler bu şanslı azınlık içinde değiliz malesef.
Bence okul mimarisi çok hassas
bir konu. Binlerce güvenlik önlemi almak zorundasınız. Detaylar ile çok
uğraşmalısınız. Hatta ekstra bir sanatsal kaygı bile güdülmeli. Ancak bu sabit
tasarımların devlette geçerli bir mazereti var. Mimarlık ve tasarım ücreti
konusunda sanırım bir tasarrufa gidiliyor. Nüfusumuz çok olduğundan dolayı imkânlar
en fazla sayıda öğrenci okutabilmek için zorlanıyor. Kütüphaneler, bilgisayar
odaları sınıfa çevriliyor. Spor salonu zaten yok hiçbir okulda. Sadece sınıftan
oluşan bir okulumuz var. Bir beyaz tahta, öğrenciler ve ben. Yaratıcılığın
doruklarına da ulaşsanız sanırım günde 7 saat ders artı 2 saat kurs görecek
öğrencilerden çokta fazla başarı beklememek lazım. Öğretmenlerin tükenmişlik
hallerinden bahsetmiyorum bile. Artık öğrencilere test dağıtmıyorum. Daha
anlamlı etkinliklere yönelmem gerektiğini geçte olsa anladım. Ama dört duvar
arasında ne yaparsanız yapın yeterli olmayacak. Öğrencilerin sosyal
faaliyetlere daha fazla yönelmeleri gerekiyor. Şu anda yaptığımız şey bir
eğitim değil. İçler acısı bir durum söz konusu. Günde 9 ders sınıf içinde duran
bir 5. Sınıf öğrencisi hayal edin. Siz olsanız neler hissederdiniz? Nasıl bir
ruh hali içinde olurdunuz? Okulu ne kadar severdiniz? Peki onların öğretmeni
olsanız neler hissedersiniz? Yüzlerindeki boş ifadeyi gördüğünüzde ne
yapardınız? 40 kişilik bir sınıfta ne kadar yaratıcı olabilirdiniz?
Öğretmen isterse her şey olur. Bence tüm zamanların en klişe
lafıdır. Benimle birlikte yönetici, veli, okul aile birliği, belediye başkanı,
başbakan, bakan, sokaktaki bakkal, çiğ köfte satan esnafta dahil herkesin
istemesi gerekir. Bunu dert eden sadece ben olmamalıyım. Bununla beraber
hepimiz dertlenmeliyiz.
Bizim çocuklarımız ne zaman
yüzecek, ne zaman keman çalacak, ne zaman bir koroda şarkı söyleyecek, ne zaman
kodlama yapacak, ne zaman bir robot tasarlayacak, ne zaman bir heykel yapacak,
ne zaman bir kampa gidecek bilemiyorum. Eğitim bunlar olmadan nedir ki? Neden
bu kadar para harcıyoruz, ne için uğraşıyoruz? Bizim açımızdan tüm bu
maddelerin bir önem sıralamasına tabi tutulması gerekir. Program geliştirme. İnsanın
iç dünyasına yolculuktan ve bir müzik aleti çalmaktan daha önemli ne olabilir.
Sözde doğulu ve mistik olan
kültür bizim kültürümüz. Batılılar bu konuda bizlere özenir. Mevlana’yı
onlardan sık duyarız. Hatta bizden bile daha ilgili olabilirler çoğu zaman. Onlar
daha mantıksaldır ama doğu kültürleri daha duygusaldır. İslam dünyası altın
çağında bu sentezin çok iyi farkına varmıştı. Eğitim mükemmeldi. Dünyanın her
tarafından bilim insanları gelirler ve özgürce düşüncelerini paylaşırlardı.
İşin mistik, duygusal boyutu ihmal edilemezdi. İçi çok doluydu. Sonra işler
bozuldu tabi.
Batılılar meditasyona çok
meraklıdırlar. Bir çoğunun gap year
dedikleri dönemleri Tibet’te rahiplerin arasında geçer, iç dünyalarına yolculuğu
öğrenmeye çalışırlar. Kişisel başarı bununla birleştirilir. Kişisel hırslardan
ve bencillikten uzak bir felsefeyle yoğrulur insanlar. Aslında bu açıdan bize
çok benzer bu durum. Ama biz bu hırs konusunu biraz fazla abarttık hepten
boşladık maalesef.
Okul kavramı sadece binadan
ibaret oldu. Beton bir binanın içine girip orada zaman geçirmeyi eğitim
zannettik.
John Taylor Gatto. Amerikalı bir
emekli öğretmen. Harlem’in en zorlu okullarında yıllarca çalışmış. Her ne kadar
New York’ta da olsa çok zorlu şartlarda eğitim öğrenim içerisinde olmuş ve bir
kitabı var. Kitabında okulu çok ciddi bir şekilde eleştiriyor. Bakanlığımız bu
sene seminer döneminde kitabını bize tavsiye etti. Gerçekten çok beğendim. Hakkında
sayfalarca yazı yazılabilir, binlerce eleştiriye maruz kalabilir. Ama kitapta
önemli detaylar var.
Benim yıllardır ağır bir şekilde
eleştirdiğim zamanımızın bitek tükenmek bilmeyen uzatılmış çocukluk süreci, aslında
kendisi tarafından sonradan bilerek oluşturulmuş bir proje olarak görülüyor.
Bana hiçte uzak bir teori gibi gelmiyor. Yazara göre Amerika merkezli güçler
tarafından eğitim öğretim süreci bilerek ve isteyerek uzatıldı ve artık
öğrenciler okullarda hapsedilip çocukluk süreleri ve ergenlik derken bitmez
tükenmez bir gelişim süreci yaşıyorlar. İş hayatına atıldıklarında ve
evlendiklerinde ise tam bir kültürel şok yaşıyorlar. Bu eğitim süresi
kesinlikle daha verimli bir hale gelmeli ve kısalmalı bence. Gatto diyorki; “okullarda ağır ve ciddi okumalar hızlı bir
şekilde terk edildi.” Gerçekten de her romanı onların seviyesine indirmek
için özetlerinin özetlerini çıkardık. Çocuklar bir süre sonra hiçbir şey
anlamamaya başladılar ve artık zaten okumuyorlar.
“Nullius in verba” Latincede kendin düşün demektir. İngiltere
Kraliyet Akademisinin duvarında asılıdır. Kendimiz en derinine kadar öğrenmeli
ve öğrencilere aşılamalıyız. Ancak
günümüzde bırakın kendimiz öğrenmeyi dışarıdan güdümlü bir şekilde öğretiyoruz
ve bununla da kalmayıp tüm Darwin teorisini bir toplumda tüm sosyolojik
problemlere uyguluyoruz. Güçlü olan kazanır. Biyolojik olarak bu böyledir. Ama bu konuda insan türü böyle olmak zorunda değildir.
Bizler düşünen varlıklarız. Tüm öğrencilerin birbirleriyle yarışmalarına gerek
yok. Eğitimde kaybeden ve kazanan olmamalıdır. Öğrenciler başarı ve başarısız
olarak ayrılamaz. Ama ister istemez bu eğitimin geri gitmesinin mantıklı
sebepleri olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Çünkü meşhur bir söz vardır; “ bir tutam bilgi tehlikelidir”
Bakın yazar Amerika’daki durumu
nasıl özetliyor; “ okullarda yapılan
sosyal faaliyetleri, resimi, müziği
bıraktık. Çocuklarımız iyi okuyamadıkları, yazamadıkları, sayamadıkları gibi
şimdi artık çivi de çakamıyor, bir tahtayı rendeleyemiyor, testere veya
tornavida tutamıyor, yumurta kaynatamıyor, kendilerini eğlendirecek ve sağlıklı
kılacak yollar bulamıyorlar.” Sanırım bir yerlerden tanıdık gelmiştir bu
yazılanlar. Bir ara okulda düzenlediğim TÜBİTAK 4006 fuarında bir öğrenci
grubuna masa örtülerini katlayıp kaldırmalarını söylemiştim. Manzara
inanılmazdı. Size belki abartıyorum gibi gelebilir ancak sanırım hayatlarında
ilk kez bir şeyi katlamaları söylenmişti. İşte o gün anladım ki çocuklarımız
acınacak haldeler. Evlerinde bile anneleri bir kez olsun yataklarını
toplatmamış olsa gerek, tüm bunlardan bihaber yaşıyor gidiyor yavrucaklar. Ama
örneği özellikle Amerika’dan veriyorum ki bizim haricimizde dünyada da benzer
vakalar var ve bu benzerlik bence düşündürücü.
Çağımız gerçekten çok zorlu bir
çağ. Aykırı Fransız şair Arthur Rimbaud’un dediği gibi bir “ter banyosu çağı” dır. Geride kalmamak
için daha çok çalışmalı ve hayatımızı daha kolay hale getirecek işe yarar ve dolu
bilgileri öğrencilere kazandırmalıyız. Onlara liderlik rolleri vermeliyiz.
Okullar bunu veremiyor. Lider sınıfta her zaman benim. Öğretmen lider öğrenci
ise onu takip eden gibi gözüken bir asker gibi adeta. Lider görevi olan öğrenci
söz dinlemek yerine kendi kurallarını koyar ve yaratıcı olur. Kuralları kendi
düzenler. Etrafında otorite yokken bile içten güdülenir. Yüksek lisanstan
bugüne aklımda kalan eğitim yönetimi uzmanı Prof. Dr. Mustafa Aydın’dan kalan
çok önemli bir söz var. Zaten bundan başka da aklımda kalan pek bir şey yok.
Hocam derdi ki bir okulda öğretmenlerin en büyük motivasyonu ne para ne ek ders
ne de şöhrettir. En büyük motivasyon fikirlerinin sorulmasıdır. Çünkü bu sayede
ağzına liderlik vasfından bir tutam bal çalınır. Öğrencilerde tıpkı böyle.
Bence ödevleri bile birlikte tasarlamalıyız. Onların fikirlerini sormalıyız.
Neyi nasıl yapacaklarına kendileri karar vermeliler. BİREYSELLEŞTİRİLMİŞ KİŞİYE ÖZEL, ÖĞRENCİYİ MERKEZE ALAN BİR EĞİTİM
PROGRAMI. Ancak bu şekilde ipinden kopmuş bir tüketici olmaktan
kurtulabiliriz. Üretimi destekleyen, hayallerini gerçekleştirmek isteyen
milyonlar düşünün. Gattonun deyimiyle canı sıkılıp tüketen nesiller yerine
üretici nesiller.
Acaba gerçekten bizi
standartlaştırmaya mı çalışıyorlar? Böyle bir çaba ihtimali var mı bilemiyorum
ama çok sınırlı bir azınlığın istediğimiz becerilere sahip olması hedefleniyor
gibi.
Bu sene ilk defa ortaokul kitaplarında
girişimcilikten bahsedilir oldu. Ufakta olsa bazı gerçeklerin farkına varmaya başlıyoruz.
Girişimcilik artık eğitim sisteminin merkezinde yer almalıdır. İnsanlar sevdikleri
işlerde çalışmalıdır. Ancak bu şekilde hafta sonunun ne zaman geleceğini ve
resmi tatilleri kollamayız. Verimlilik ancak bu şekilde sağlanabilir. Gatto bu
konuyu çok güzel özetlemiş. “ pedagoji de
bu amaca ulaşmak için gerekli alışkanlık ve davranışların yerleştirilmesinde
kullanılacak tabii bir araçtı. Bu bakış açısının nüfuzu altında sınıf, bilgi
üretmek için değil, onu satın almayı öğretmek için kullanılacaktı. Sınırlı imkânlara
sahip olanları fikir üretmeye teşvik etmeyecek, sadece başkalarının fikirlerini
tüketmeye yönelteceklerdi. Öğrencilerin kafalarına, bağımsız bir şekilde
geçimini sağlamaya dönük eski amacın yerine yeni bir nihai hedef aşılandı: iyi
bir iş bulmak.” Bizi buna iten sistemi artık yavaş yavaş terk etmeliyiz.


Yorumlar
Yorum Gönder